28 Mart 2010 Pazar

Yeşil, Beyaz ve Kırmızı

Uyanmak istemiyordu yine. Halbuki uzun süredir uyuyordu. Gördüğü rüyalar çok güzel olmasa da gerçek hayata dönmek konusunda pek istekli değildi. Çünkü açtı. Günlerdir orada burada bulduğu ufak tefek atıştırmalarla geçiştiriyordu yemek zamanlarını. Rüyasında gördüğü ufaklıkları küçüklüğünden hatırlıyordu. Ne güzeldi o zamanlar. Aş derdi yok, eş derdi yok. Halbuki şimdi içindeki dürtüleri bastırmakta çok zorlanıyordu. Ne doğru düzgün karnı doyuyordu ne de arkadaşı vardı. Ara sıra gördüğü eski arkadaşları da rakip olmuşlardı ona hep. Bırakın onunla dostluk etmeyi her gördükleri yerde uzaklaştırmaya çalışıyorlardı onu.

Öyle pek ahım şahım bir şey olmadığını biliyordu. Ama hem karşı cinsin hem de erkeklerin ona bu kadar ilgisiz ve itici davranması çok canını sıkıyordu. Ara sıra dürtülerine yenilip karşı cinsle temas kurmaya uğraşıyordu ama aldığı tepkiler her seferinde ne kadar yalnız olduğunu hatırlatıyordu ona ve en önemlisi zar zor kazandığı cesaretini yitiriyordu her seferinde.

Bazen de keyif yapmak istiyordu canı. Şöyle güzelce karnını doyurmak, ne bulsa yemek, sonra gezmek dolaşmak, enerjisini boşaltmak istiyordu. İlk anlarda çok eğlense de sonra yediği garip şeylerden olsa gerek üzerine bir ağırlık çöküyordu. Bu ağırlığı karamsar düşünceler izliyor ve gün sonunda yalnız uyumak eskisinden daha kötü hissetmesine yol açıyordu.

Aslında çok uzun süredir arkadaşlık ettiği birisi vardı. Fakat tarzları pek uyuşmuyordu. Hatta o kadar farklılardı ki iletişim kurmakta dahi zorluk çekiyorlardı. Çok şey paylaşmış olsalar da dostlukları hiçbir zaman derinleşememişti. Her zaman arkadaşının hayatında arka planlarda kaldığını hissediyordu. Onun yaşam hızına yetişemiyor, hep gerilerde kalıyordu. Kıskanıyordu onu. Yine de ondan vazgeçemiyordu. Tek dostu o olmasa da vazgeçmezdi herhalde. Seviyordu çünkü onu.

Bir gün yine aylak aylak dolaşıp yemek arayan tosbağacık, vazgeçemediği arkadaşı tavşancığı gördü. Ona doğru hareket etmeye başladı. Tavşansa onu görmüştü ama pek ilgilenmiyordu. Belli ki bir dişinin peşindeydi. Onu ikna etmeye uğraşıyordu. O anda duyduğu anlık gürültüler kaplumbağanın irkilmesine neden oldu. Hemen içgüdülerine kulak verip kabuğunun içine girdi ve olan biteni oradan izlemeye başladı. Korkmuştu. Ama kendinden çok tavşan için endişeleniyordu. Hafifçe kafasını uzatıp tavşana doğru baktı. O sırada yaklaşan iki büyük yaratığı gördü. İki ayağı üzerinde yürüyenlerdi bunlar. Ellerinde uzun sopaya benzer cisimler vardı. Suratlarında bir mutlulukla o tarafa ilerliyorlardı. Tavşanın olduğu yere geldiklerinde biri yere eğildi. Kızıla bulanmış bembeyaz tüyleri olan tavşanı yerden alıp eliyle şöyle bir tarttı. Sonra diğerine bir şeyler söyleyip av ganimetini heybesine attı.

İki ayaklılar kaplumbağanın olduğu yöne yürümeye başladılar. Korku ve üzüntü içindeki tosbağa kafasını iyice içine çekti ve tehlikenin geçmesini beklemeye başladı. Sonra birden yerden yükselmeye başladığını hissetti. Tamamen kabuğunun içine kapanmak için iyice içeri çekti uzuvlarını. İki ayaklının gözlerini gördü dışarıda. İçeri bakıp gülümsüyordu dev yaratık. Sonra yavaşça yere bıraktı kamplumbağayı ve uzaklaştı.

Tehlike geçmişti ama kaplumbağanın korkusu geçmiyordu. Üzüntüsü ise tarif bile edilemezdi. Hem tek dostunu yitirmişti. Hem de biliyordu ki sırası geldiğinde ondan farklı olarak yalnız ölecekti.


"Hakîkiyyûn mesleğinde(ki) (...) romancıların maksatları vukuuât-ı beşeriyyeyi sırf nokta-i beşerden tetkîk ve hikâye etmektir. Bunlar, bir insan ne gibi hissiyât ve harekâta kabil ise ona o hissiyât ve harekâtı isnâd edip işi hadd-i tabîiyesinden çıkarmamak, yâni müstaid olmadığı havâssı insana isnâd eylememek isterler."
Nâbi-Zâde Ahmed Nâzım


Ben onlardan değilim.


Hiç yorum yok: